13 Temmuz 2018 Cuma

Asi kullara Allahü teâlânın müjdesi


* Bilerek pek küfre düşülmez fakat bilmeyerek küfre düşülebilir. Bunun için (Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söylediysem, bir iş yaptıysam nadim oldum, pişman oldum, beni affet) duasını çok okumamız lazım. Küfür sigorta gibidir. İrtibatı keser. Bir kimse küfre düşmüş ise, ne yaparsa yapsın, ne kadar çok ibadet ederse etsin hiçbir faydası yoktur. Çünkü sigorta atmıştır, ampul, tesisat ne kadar sağlam olursa olsun, elektrik gelmediği için fayda olmaz.

Nice sarhoşlar vardır ki, yaptığından pişmanlık duyar tevbe eder, imanla gider. Nice dervişler, müritler vardır ki, kibirlidir, günahları için tevbe etmez, imansız giderler. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, ben mi üstünüm sen mi üstünsün diye sorar. O da bir hafta sonra gel, der. Bir hafta sonra geldiğinde vefat ettiğini görür. Bugün bana cevap verecekti diye söylenince, tabutu göstererek, işte orada git sor, o boşuna konuşmaz derler. Tabutunun başına gidip aynı soruyu sorar. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri Allahü teâlânın izniyle başını kaldırıp, şöyle cevap verir; Geçen hafta sonumun ne olacağını bilmediğim için sana cevap veremedim. Ben imanla gidip kendimi kurtardım, senden üstünüm. Sen kendine bak. Papaz, ağlamaya başlar, kelime-i şehadet getirir müslüman olur.

* Peygamber efendimize bir yahudi gelip, selam verir gibi yaparak Es sam aleyküm yani, ölesin, yok olasın der. Peygamber efendimiz de, ve aleyküm sam diye cevap verir. Gittikten sonra, Hazret-i Âişe validemiz, Allah belanızı versin, sizi kahretsin... gibi bazı şeyleri sıralamaya başlayınca, Peygamberimiz durdurup, fazlaya hakkımız yok, bize ne yaptıysa ancak o kadarını yapabiliriz, buyurdu. Kâfir de olsa yaptığından fazlasını yapmak caiz değildir.

* Allahü teâlâ suç işleyenin cezasını verir, ancak istigfar edenleri affeder. Müjdeler çok, Rabbimizin merhameti geniş. Seksen sene kilisede papazlık yapmış, İslamı yıkmaya uğraşmış kişiyi bile bir kelime-i şehadet söylemekle affediyor. Allahümme inneke afüvvün kerîmün tühıbbül afve fa'fü annî (Ya Rabbi sen madem ki affedicisin, ihsan edicisin, affetmeyi seversin öyleyse beni de affet). Bunu her namazdan sonra okumalı. Bunlar hep, âsi kullara Allahü teâlânın müjdesidir.

* Nefs Allahü teâlânın düşmanıdır. Peygamber efendimiz Allahü teâlânın dostudur. Nefsimize uyarsak Allahü teâlânın düşmanına itaat etmiş oluruz. İslam dinine uyarsak, Allahü teâlânın dostuna uymuş oluruz.

* İlaç hasta içindir. İlaç kullanan içindir.

* Mevcuda şükretmeli, kanaat etmeli. Mevcutla devam etmeli. İsraf, küfran-ı nimet, hep "Bu bana lazımdır” diyerek başlar. Bir kere bu bana lazımdır deyince onun ardı gelir, bu da lazım, şu da lazım diye devam eder. Lazım dediğine kavuşmak için dinin dışına çıkar da haberi olmaz.

* Namaz kılmamanın ne büyük bir suç olduğunu anlamak için çok sevdiğinizi mesela evladınızı kapının dışına çıkarıp, ben çağırınca gel deyin. Çağırın çağırın gelmesin. Siz defalarca çağıracaksınız da o duyduğu halde gelmeyecek. Ne yaparsınız siz ona? Allahü teâlâ günde 5 defa kullarını çağırıyor. Üstelik bu davetin faydası bize. Davete icabet edenlere yaptığı ihsanlar da ayrı. Buna rağmen yüce Rabbimiz ne kadar sabırlı, ne kadar merhametli, günde 5 defa çağırdığı halde gelmeyen kullarına bir şey yapmıyor, rızkını kesmiyor ve mühlet veriyor.

* Kılmak isteyene namaz, insanın önüne engel çıkarmaz.

Allahü teâlâ kullarına zulmetmez



* Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsanları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızk, hidayet, irşad ve selamet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır. Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki:
(Allah, kullarına zulüm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar.) [Nahl, 33]

Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.

[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her ailenin, her cemiyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lazım geleceğini, dünyada ve ahirette rahat etmeleri ve seadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lazım geldiğini, Peygamber efendimiz vasıtasıyla bildirdi.]

İnsanların, ahiretteki nimetlere nail olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette bir şey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünya nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünya için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakikatte azap ve felaket tohumlarıdır. Mekr-i ilahi ile, istidrac olarak, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Böyle olduğunu Müminun suresinde bildirmektedir.

Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.

* Rızk tamam, ona Allahü teâlâ kefil ama çalışmak ibadettir. Çalışan Allah’ın sevgilisidir. Çoluğuna çocuğuna, namusuna ırzına sahip çıkabilmek için rızkını kazanmaya çalışana Allahü teâlâ ihsanda bulunur. Bir gün Peygamber efendimiz aleyhisselam eshab-ı kiramla sohbet ederken bir genç acele ile yanlarından geçti. Eshab-ı kiram dediler ki, keşke gelip dinleyip bir şeyler öğrenseydi, dünya için bu kadar koşuşturmasaydı. Peygamber efendimiz hemen müdahale edip, (Öyle söylemeyin, eğer helalinden rızkının, çoluk çocuğunun nafakası peşinde ise yaptığı ibadettir, Allah yolundadır) buyurdu.

* Yumuşak olun. Sertliğin hiçbir yerde ve hiçbir kimseye karşı faydası yoktur.

* İmanı muhafaza etmek için, imanı gideren şartları iyi bilmek lazım. İman kalbde olur. Kalbin 40 tane hastalığı var. İnsan bu kırk tane hastalığı öğrenmezse kalbi nasıl tedavi edecek. İnsan kalbinin hastalığını bilmezse nasıl tedavi etsin. Evet kalbimizin hastalığı var. Allahü teâlâ onu Kur’an-ı kerimde açık ve net olarak bildiriyor. Bu hastalık dünyaya düşkünlüktür. Peygamber efendimiz, (Dünyaya muhabbet bütün kötülüklerin başıdır) buyuruyor. 

Adalet, idarecilerin süsü ve güzelliğidir



* Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.

* Kulluk; her an Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek ve Onun Resulüne tam tâbi olmaktır.

* Kur'an-ı kerim okunan eve bereket ve iyilik gelir. Melekler toplanıp, şeytanlar oradan kaçar.

* Nafile ibadetlerin, farzlar yanındaki kıymeti, okyanus yanında, bir damla su gibi bile değildir.

* Mal biriktirme hırsı olan kimseler, her zaman sıkıntı ve üzüntü içinde olurlar.

* İhlas, dünya faydalarını düşünmeyip ibadetlerini yalnız Allahü teâlânın rızası için yapmaktır.

* Dua, müminin silahıdır ve dinin direğidir. Göklerin ve yerin nurudur.
* Allahü teâlâ günahları görür ve örter. İnsanlar ise, görmez ve söyler.

* En büyük sermaye, Allahü teâlâya güvenip, insanlardan bir şey beklememektir.
* Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak Cehenneme gider.

* Adalet, halkın dirliği ve düzeni; idarecilerin ise, süsü ve güzelliğidir.

* Müminde, ihlas ve pişmanlık bulunursa, Allahü teâlâ onun bütün günahlarını affeder.

* Eshab-ı kiram, sadece sohbet ile nihayetsiz kemalata vasıl oldular.

* Elem ve üzüntü, ayrılık ve musibet, mademki Allahü teâlânın irade ve takdiri iledir. O halde Ondan gelen her şeye razı olmak lazımdır.

* En büyük günahlardan biri de, insanlarla alay etmektir.
* Ahireti verip dünyayı almak, yani Haktan halka yüz çevirmek akılsızlıktır.

* İnsanlar arasında bulun, fakat kimseye yük olma!
* Akıllı kimse, korktuğu başına gelmeden önce, onun çaresine bakar.

* Lüzumsuz şeylerin peşinden koşan, lüzumlu şeyleri kaçırır.

* Günlerin hayırlısı Cuma, ayların hayırlısı Ramazan, amellerin hayırlısı da vaktinde kılınan namazdır.

* Tedbirini aldıktan sonra, Allahü teâlânın takdirine bağlanan, tevekkül sahibidir.
* Anaya-babaya itaat etmek, büyük günahlara kefarettir.

* Bir kimse, cahil iken varlıklı olduğu halde, âlim olunca muhtaç hâle düşebilir. Eğer rızk akla ve ilme göre verilseydi, hayvanlar cehaletleri sebebiyle helak olurlardı.

Doğru yolda olmanın şartları


Sual: Çeşitli cemaatler, birbirlerinden farklı şeyler söylüyorlar, birinin helal dediğine diğeri haram diyor, birinin sünnet dediğine diğeri bid'at diyor. Hangi cemaat daha uygundur?
CEVAP
Hadis-i şeriflerde, Ehl-i sünnet vel cemaat itikadında olmak ve salihleri sevip onlarla beraber olmaya çalışmak, onlardan ayrılmamak emrediliyor. Doğru yolda olmanın şartları vardır. Bunların bazılarını maddeler halinde bildirelim:

1- Tek hak din İslamiyet’tir.

Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]

2- Hubb-i fillah ve buğd-i fillah üzere olmalı.

Üç hadis-i şerif meali:
(İnsan, dünyada kimi seviyorsa, ahirette onun yanında olacaktır.)[Buhari]

(İmanın temeli, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.)[Ebu Davud]

(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!) [Ey Oğul İlm.]

3- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmeli.

Bir hadis-i şerif meali:
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir.) [Tirmizi, İbni Mace]

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
(İtikad edilecek [inanılacak] şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da amelde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbeyle ve belki tevbesiz de affedilebilir. Cehenneme girse de, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir.)[1/193]

4- Sünnetlere uyup, bid’atlerden uzak durmalı:

Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid’atler çıkarıyorlar. Bid’atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki, din noksan değildir. Bir âyet-i kerime meali:

(Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum.)[Maide 3]

Dini noksan sanıp, tamamlamaya çalışmak, bu âyete inanmamak olur. (1/260)

5- Dört hak mezhepten birinde bulunmalı.

Ahmed Tahtavi
 hazretleri buyuruyor ki:
Bugün her müslümanın dört mezhepten birinde bulunması şarttır. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ü Muhtar haşiyesi)

Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki:
Edille-i şeriyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhepten birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. (Berika)

6- Dinde nakli esas almalı.


İslam âlimleri buyuruyor ki:
Fıkıh kitaplarına uymayan bilgiler yanlıştır. Bunlara bağlanmak caiz değildir. İslam bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerime veya hadis-i şerif okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre mana verenlere İslam âlimi denmez. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkıh kitaplarına uymayan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İlham ve şahsi görüş, kesinlikle delil olmaz. Dinde nakil esastır. Hazret-i Ali buyuruyor ki:
(Din, akıl ve görüş ile olsaydı, mestin üstünü değil, altını meshederdim.) [Ebu Davud]

Netice: Şahıslar, kitaplar, cemaatler, gruplar için, bizim iyi veya kötü dememiz ölçü olmaz. Yani biz iyi deyince iyi olmazlar, biz kötü deyince de kötü olmazlar. Şahıs ismi, kitap ismi, grup ismi önemli değil. Binlerce âlim ve kitap var. Elimizde ölçü olursa rahat ederiz, kendimiz anlarız. Ölçüyü İmam-ı Rabbani hazretleri veriyor:

(Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her mana kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an ve sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddia eder. Yarım aklı, kısa görüşüyle, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felakete gider. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri manalar doğrudur, bunlara uymayan yanlıştır.) [1/ 286]

Demek ki doğru olmanın ölçüsü, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uymasıdır.

Yine Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Bunun için, (Ya Rabbi, sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru) diye dua etmeli, istihare yapmalı! Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.

Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, Ona sığınmalıdır. Kuran-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah asla verdiği sözden dönmez.) [Zümer 20]

Şu anda çeşitli gruplardaki insanların da, böyle dua etmekten çekinmemeleri gerekir. Hâşâ Allahü teâlâ yanlış bir iş yapmaz. Belki yanlış yolda olabilirim diye düşünerek, (Yâ Rabbi kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerleyse, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle) diye dua etmelidir. Eğer doğru yolda ise, duanın bir zararı olmaz. Yanlış yolda ise doğruya kavuşmuş, kurtulmuş olur. Böyle dua etmekten çekinmemelidir.

Doğruyu bulmak
Sual:
 Bir arkadaş, (Ben de Ehl-i sünnet kitaplarını okuyorum, sen yanlış anlıyorsun) diyerek birkaç konuda farklı şeyler söyledi. Hangimizin doğru anladığını nasıl tespit ederiz?
CEVAP
Okuduğu kitabı doğru anlamak önemlidir. Allahü teâlâ, dinini doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Herkes, (Ya Rabbi! Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Razı olduğun, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup, doğru olarak anlamayı nasip eyle!) diye ihlâsla dua etmeli, Allahü teâlânın sözüne güvenmelidir. Cenab-ı Hak ona muhakkak doğru yolu gösterir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.)[Ankebut 69]

Yanlış bilgi edinmek
Sual:
 Dini bilgiler öğrenmek için, herkes farklı kişilere soruyor. Yahut rastgele kitaplardan bilgi alıyorlar. Öğrendikleri yer yanlış bilgi veriyorsa, öğrenenler de sorumlu olur mu? Suç, cevap verenin veya kitabın olmaz mı?
CEVAP
Suç, cevap verenin veya kitabın olsa da, yanlış bilgi öğrenen sorumluluktan kurtulamaz. Bir de, ihtiyata riayet etmek gerekir. Bir iş için, nakli esas alan kitabın biri haram, öteki de helal diyorsa, haram olduğunda şüphe olur, o işi yapmamak gerekir. Doğru kitaptan öğrenilirse, böyle bir şeye lüzum kalmaz. Nakli esas alsa da, yetkili, icazetli âlimlerin yazmadığı kitaplara itibar edilmez. Doğru yolu, doğru kitabı bulmak için de, dua etmek gerekir. Allahü teâlâ, dinini doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Cenab-ı Hak böyle samimiyetle yalvarana muhakkak doğru yolu gösterir. Doğru yoldayım diye inat ederek dua etmeyen de, elbette yaptıklarından sorumlu olur.

Kalb dönektir
Sual: 
İnsan, bugün iyi bildiği şeyi sonra kötü bilebiliyor, kötü bildiği şeyi başka zaman iyi bilebiliyor. Bakıyor insanların çoğunluğu bir yolu benimsiyor, çoğunluk böyle düşünüyor diye, o da aynı şeyi kabul edebiliyor. Bir yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu nasıl anlayacağız?
CEVAP
Çoğunluğun doğru yolda olduğunu sanmak çok yanlıştır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(İnsanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.)[Enam 116]

Çok kimse bu yolda gidiyor diye, o yolun doğru olduğu anlaşılmaz. Dünyada Müslümanlar az, dinsizler daha çoktur. Dinsizlik çok diye dinsizlik doğrudur denmez.

Bir kimse, bugün iyi bildiğini yarın kötü bilebilir. Bu kalbin özelliğindendir. Kalb iyiye veya kötüye dönebilecek şekilde yaratılmıştır. Ondokuzcu kişilerin uydukları bozuk dinin, Reşat Halife’den sonraki liderine, bir gazeteci, (On sene önce, başka düşünüyor, başka şekilde inanıyordun, on sene sonra bu fikrinden de dönmeyeceğini nereden bilelim?) demişti.

Kalbimizin dönmemesi için dua etmek gerekir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ey büyük Allah’ım, kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sabit kıl, dininden döndürme, Müslümanlıktan ayırma!) [Tirmizi]

Kalbimizin kötüye dönmemesi için hadis-i şerifte bildirildiği gibi dua etmelidir.

Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Bunun için, (Ya Rabbi, sana inanıyorum, seni ve peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru) diye dua etmeli, istihare yapmalı! Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir.) [Şûra 13]

Hâşâ Allahü teâlâ verdiği sözden dönmez. O hâlde yukarıda bildirildiği gibi dua etmelidir.

Sapıklıkta birleşilir mi?
Sual: 
Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. Peygamberimiz, (Âlimlerin çoğuna uyan kurtulur, âlimler sapıklıkta birleşmez) buyuruyor. Günümüzde Müslümanım diyenler çeşitli cemaatlere, çeşitli fırkalara bölünmüştür. Yalnız Kur'an diyenler var, Ondokuzcular var, Selefiyeciler var, Vehhabiler var, İbni Sebeciler var, mezhepsizler var, gayrimüslimler de Cennete gidecek diyenler var, hocamız Mehdi veya resul diyenler var, kendisinin Mehdi olduğunu söyleyenler var, gayri İslami idarelere şer’i idare diyenler var, tek doğru biziz diyenler var. Var da var. Bunların hangisinin doğru olduğu nasıl bilinir? İkincisi bütün gruplar bir grubun aleyhinde olsalar o grubun mutlaka yanlış olduğu anlaşılır mı?
CEVAP
Bu ümmetin 73 parçaya bölüneceği sadece bir fırkanın doğru olduğu, bu fırkanın da Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkası olduğu açıkça bildirilmiştir. Her fırka, sapık olmalarına rağmen, biz Ehl-i sünnetiz derse, doğruyu da biz bilemiyorsak, o zaman (Ya Rabbi bu cemaatlerin içinde doğrusu hangisiyse bana onu nasip et) diye dua edilirse Allahü teâlânın ona doğru yolu göstereceği âyet-i kerimelerle sabittir. Allahü teâlâ verdiği sözden dönmez. Ona mutlaka doğruyu herhangi bir şekilde gösterir.

Bütün dalalet fırkaları bir konu üzerinde birleşse, hak olan tek fırkanın yolunun yanlış olduğu anlaşılmaz. Bütün cemaatler, bütün fırkalar namaz üç vakit dese, doğru olan fırka da beş vakittir dese, (Bütün cemaatler böyle söylüyor) diyerek namazın üç vakit olduğu söylenemez. Bütün gruplar çalgı helâl dese, çalgı helâl olmaz. Her devirde, her zaman kıyamete kadar doğru olan bir grubun, bir cemaatin olacağını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Bir hadis-i şerif meali:
(Ümmetimden doğru bir grup, hak üzere devamlı bulunur.)[Buhari]

Bu doğru olan, hak olan grubu dua ederek bulmaya çalışmalıdır.

72 sapık fırkanın hak olana saldırması yadırganmaz, ama Ehl-i sünnet görünüp, Ehl-i sünnete saldıranlar yadırganmaz mı? Bugün Ehl-i sünnete diğer bütün gruplar saldırıyor. Saldıran bu sapık grupların birbirlerine düşmanlıkları vardır, ancak, hepsinin ortak yönü Ehl-i sünnete düşman olmalarıdır.

Görüldüğü gibi, gayrimüslimler, Müslümanlığa saldırmakta birleşiyorlar. Sapık gruplar da, tek doğru olan fırkaya saldırmakta birleşiyorlar. Sapıkların birleşmesini, Müslümanların birleşmesi olarak kabul etmek ahmaklık olur.
Eshâb-ı kiramın yolunda birleşmeli
Sual: Zamanımızda Müslümanlar paramparça olmuş durumdadır. Herkes birleşmeli diyor, peki nerede birleşmelidir?
Cevap:
 Allahü teâlânın, kullarına merhameti pek çoktur. Bütün insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını ve öldükten sonra da, nimetler, lezzetler içinde sonsuz kalmalarını istiyor. Bu saadetlere kavuşabilmek için iman etmelerini, Müslüman olmalarını, Peygamberi Muhammed aleyhisselamın ve Onun Eshâbının yolunda birleşmelerini, birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını emrediyor. Peygamber efendimiz;
(Karanlık gecelerde, yıldızlar yol gösterdikleri gibi, Eshâbım da, saadet yolunu göstermektedirler. Herhangisinin sözlerine tabi olursanız, saadete kavuşursunuz) buyurdu.
Eshâb-ı kiramın hepsi, Kur'ân-ı kerimi, Resûlullah efendimizden öğrendiler. Öğrendiklerini, gittikleri yerlere yaydılar. Resûlullah efendimizden işittiklerine kendi düşüncelerini karıştırmadılar. İslâm âlimleri, Eshâb-ı kiramdan işittiklerini kitaplara yazdılar. Bu âlimlere Ehl-i sünnet âlimleri denir. Sonradan gelen ve kendilerini âlim zannedenlerden bazıları, eski Yunan filozoflarından, Yahudilerden, Hristiyanlardan ve bilhassa İngiliz casuslarının yalanlarından ve kendi zamanlarındaki fen bilgilerinden, kafalarında hasıl olan düşüncelerini ekleyerek, yeni din bilgileri ortaya çıkardılar. İslâm âlimi olarak konuşup, İslâmiyeti içeriden yıkmaya çalıştılar. Bunlara Zındık denir. Bunlardan manaları açık olan âyetleri ve hadîs-i şerifleri değiştirenler Kâfir oldu. Manaları açık olmayanlara yanlış mana verenlere Bidat fırkaları denildi. Müslüman ismini taşıyan birçok bozuk bidat fırkası meydana geldi. İngilizler, bundan istifade ederek, küfür ve bidat fırkaları meydana çıkararak, hakiki Müslümanlığı yok etmeye çalışıyorlar.
İslâmiyet, bozulmadan devam edecektir
Sual: Zamanımızda İslâmiyeti bozmak, yok etmek isteyenler, önceki asırlara göre daha da çoğalmıştır. Böyle din düşmanlarının çalışması, İslâmiyeti yok edebilir mi?
Cevap:
 Din bilgilerinin kıyamete kadar bozulmadan devam edeceğini, hem Kur'ân-ı kerim, hem de hadis-i şerifler, haber veriyor. Nitekim Hicr suresinin 9. âyet-i kerimesinde mealen;
(Bu Kur'ânı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyuruldu. Yani, kâfirler, Onu değiştiremeyecek ve asla Onun nurunu söndüremeyeceklerdir buyuruldu. Hak, doğru yol üzere olan bir cemaat, kıyamete kadar devam edecektir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz. Bunlar, Allahü teâlânın takdir ettiği saate kadar, işlerini yapacaktır.)
Her yüz senede bir, bu dini kuvvetlendiren âlimler yaratılacaktır. Yetmişiki fırka meydana çıktı, itikadı bozulanlar çoğaldı. Ehl-i sünnet de, cahiller, fasıklar da çoktur. Fakat, hak üzere olan da vardır. Din, ilk asırda olduğu gibi, safiyetini muhafaza etmektedir. Mişkât-ül-mesâbîhde Sevbân hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifte;
(Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi, putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Halbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacaktır) buyuruldu.
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinde reformcular, zındıklar, bu dini, kıyamete kadar, hiçbir zaman bozamayacaklardır. Dünyanın her yerindeki kütüphanelerde bulunan İslâm kitapları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pek çok ve her gün çoğalmakta ise de, bunlar arasında doğru olanları da vardır. Bunlar hiçbir zaman yok olmayacak ve hiçbir kimse yok edemeyecektir. Bunlar, Allahü teâlânın hıfzı, koruması ve emanı altındadırlar. Bu kitapları arayıp, bulup, okuyup saadete kavuşanlara müjdeler olsun.

6 Temmuz 2018 Cuma

Kadınlarla tokalaşmada sınır var mıdır ?

Kadınlarla tokalaşmada sınır var mıdır ? ile ilgili görsel sonucu

Yayınlanma Güncel Meseleler
Bugünlerde gazete sütunlarına ve TV ekranlarına yansıyan, “kadınlarla tokalaşma” konusunda acaba dinimizin hükmü nedir ve Peygamberimizin örnek tatbikatı nasıldır? Kur’an-i Kerim’deki “Zinaya yaklaşmayınız” emri gayet açıktır. Bu emirle, zina yapmak şöyle dursun, zinaya giden bütün yollar bile yasaklanmaktadır.
İki cins arasındaki, dokunmak/tutmak gibi fiiller, zinadan önceki hareketler olduğu içindir ki, İslâm dini meşru olmayan bu fiilleri de yasaklamıştır.Bir TV kanalında Ali Rıza Demircan Hocamızın da söylediği gibi, bu fiillerin zinaya en yakın olanı dokunmak, yani temastır. Tokalaşmada da temas olduğuna göre, bunun dinimize göre hükmünü bilmemiz icap eder.
İnsanlar gözleri kapalı tokalaşmadıklarına ve tokalaşacakları insana bakıp gördüklerine göre, “tokalaşmak”tan önce, bakmanın/görmenin hükmüne göz atmak icap eder. Kadın ve erkeklerin, birbirlerini tanıyacak kadar normal ve tabii bakışlarında bir mahzur yoktur. Yeter ki, birinci bakışın arkasına başka bakışlar eklenmesin.
a) Yabancı kadınlara bakmak hususunda Kur’an diyor ki: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini kıssınlar.” (Nur, 30)
b) Peygamberimiz (sav), Hz. Ali Efendimize, “Ya Ali, bakışına bakış ekleme. Birinci bakış lehine, (günah değil), ikinci bakış ise aleyhinedir (günahtır)” buyurdular. (Tirmizî, Edep 23; Ebû Davud, Nikâh 24)
c) Hz. Câbir, bir kadına ani bakışın hükmünün ne olduğunu soruyor. Peygamberimiz, “Bakışını hemen çevir” buyuruyor. (Müslim, Âdâb 45; Ebû Davud, Nikâh 44; Tirmizî, Edep 29)
d) Peygamberimizin hanımlarından Ümmü Seleme ile Meymûne Vâlidemizin bulundukları yere doiru, âmâ olan İbni Ümmi Mektum Hz. geliyordu. Geldi ve onların bulunduğu yere girdi. Peygamberimiz hanımlarına, “Örtününüz” buyurdu. Onlar, “Ey Allah’ın Resûlü, o bizi görmeyen bir âmâ değil mi?” dediler. Peygamberimiz, “Siz de mi âmâsınız? Siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu. (Ebû Davud, Libas 37; Tirmizî, Edep 29)
Değerli okuyucular, tokalaşmadan önce şart olan bakmak ve görmek hakkında Peygamberimizin sözleri böyle olunca, yabancı kadınlarla tokalaşmanın hükmü acaba nasıldır?
TOKALAŞMAK
Kur’an-ı Kerim bize, herhangi bir hususta tereddüde düştüğümüz zaman, onu Allah ve Resûlü’ne götürmemizi, yani o konuda ayet ve hadislere bakmamızı emrediyor.
Biz de öyle yapalım. Eserlerde “musâfaha” kelimesiyle anlatılan tokalaşmanın sünnet olduğu hakkında, âlimler birleşiyorlar. Ama kadınlarla erkekler arasındaki tokalaşmanın sünnet olduğu hakkında değil...
Meşhur âlimlerden İbni Hacer, yabancı kadınlarla tokalaşmanın bu emrin dışında olduığunu, yani sünnet olmadığını ifade etmektedir. (Kütüb-i Sitte Muhtasarı 10/191)
İbn-i Esir, El-Kâmil fi’t-Târih’inde, Peygamberimizin, yakın olmayan kadınlar hakkında tavrını Şöyle anlatıyor: “Resûlullah, kadınlara el sürmez, hiçbir kadınla tokalaşmaz ve hiçbir kadın da ona el vermezdi.” (Mekke’nin Fethi Bahsi)
Nitekim, ikinci Rıdvan Bîatı’nda ve Mekke’nin Fethi’nde, erkeklerden musafaha yaparak bîat alan Hz. Peygamber, kadınların elini tutmamıştır. Bizim en güzel örneğimiz Peygamberimizdir. Kur’an-ı Kerim de zaten, “Resûlullah’ta sizin için güzel bir örnek vardır” buyuruyor. O halde en güzel örneğe iyi yapışmak lâzım...
Deniliyor ki: “Cinsel haz amacı olmazsa, kadınlarla tokalaşmak helâldir.”
Biliyorum ki, bu söz kötü niyetle söylenmiş bir söz değildir. Ama iyi niyetle de olsa yanlış yanlıştır. Dolayısıyla, herhangi bir kaynak eserden delil getirilmediği müddetçe, bu hükmü kabul etmek mümkün değildir. Çünkü, 1400 seneden sonra bizim “Şu helâldir, Şu haramdır” Şeklinde hüküm verme salâhiyetimiz olamaz. Yapılacak tek Şey vardır, o da bu mesele için kaynak eserlere bakmaktır.
İslâm’da caiz olan, kadınların ellerinin açık olmasıdır; dokunmak ve tutmak değil. Yoksa, Peygamberimiz, caiz olsaydı kadınların ellerini niçin tutmasındı?
Hz. Resûlullah, bir peygamber olarak kadınların elini tutmadığı halde, biz neyimize güvenerek tutacağız ve “Cinsel haz amacı olmazsa helâldir” diyebileceğiz?
“Cinsel haz amacı olmazsa” deniliyor. Eğer bir fiil caiz değilse, onda niyet aranmaz. Meselâ bir kadının açık olan sırtına bakmaz, cinsel haz amacı olsa da, olmasa da helâl değildir.
Yusuf Aleyhisselâm'ın kendisi hakkında sözü şöyle: "Ben nefsimi temize çıkarmam, nefsime iyi diyemem. Çünkü nefis fazlasıyla kötülüğü emredicidir."
Peygamberler bile kendilerini bu hususta emniyette hissetmedikleri halde, kim kendini her zaman kontrol edebilecektir?
Tokalaşan iki kişiden birinin hatırında kötü hiçbir düşünce olmadığı halde diğerinde olabilir.
Bilemezsiniz ya, diyelim ki sizinle el sıkışan şahsın böyle bir amaç taşıdığını biliyorsunuz, engel olabilecek misiniz? Böyle bir durumda, yutkuna yutkuna hazmetmeye çalışmaktan başka ne yapılabilir?
Öyleyse yeni baştan soralım:
Hâlâ, "Cinsel haz amacı olmazsa tokalaşmak helâldir" diyebilecek miyiz?
İki elin buluşmasını basite almamak gerekiyor değerli okuyucular. Bu konu romanlara bile konu olmuş. Sevgilisinden bahseden romanın kahramanı, "Onun elinin sıcaklığını ve yumuşaklığını hâlâ unutamıyorum" diyor.
Bir erkekle aralarında hiçbir şey olmadığını anlatmak için "Eli elime değmedi" diyen bayan, bu sözüyle bizim anlatmak istediğimizin canlı isbatı oluyordu. Sinan Çetin, programındaki muhatabına, "İlk defa ne zaman elini tuttun?" diye soruyordu. Bu sorunun sebebi ne ola ki?
Bütün bunlar, iki elin birleşmesinin, icabında daha başka ne türlü birleşmelerin öncüsü olduğunu isbat etmiyor mu?
HELÂLLERİ HARAMLAŞTIRMAK
Yukarda, "En doğrusu, bu konu hakkında kaynak eserlere bakmaktır" demiştim. Bu konuda söz söyleyenler, kaynak eserlere bakmış olmalılar. Bakmaya bakıyorlar da; "kadınlarla el sıkışmak helâldir" hükmünü bulamayıp, "haramdır" ibaresiyle karşılaşınca bir türlü kabul edemiyorlar.
Kabul etmemekle kalınsa bir derece. Bir de karalamaya geçiyorlar. Diyorlar ki: "Müctehidlerde helâlleri haramlaştırma gibi bir zafiyet var." Değerli okuyucular, bu durumda müctehidler, "kadın eli sıkmak helâldir" demedikleri için, insanlara helâli haramlaştırarak İslâm'ı bozmuş oluyorlar(!) Çünkü din, kaba çizgilerle haram ve helâl hükümlerden ibarettir.
El insaf! Halbuki, mübarek müctehidleri tenkit edenler, asırlardan beri onların ictihadlarını öğrenerek yetişen sayısız âlimlerin eserlerini okuyarak yetiştiler. Onların eserlerini yok sayıversek, bu tenkitçilerde ilimden eser mi kalır? Tenkit edilen müctehidler, cahil değil âlim kimselerdir. Bunlarca, helâlleri haramlaştırdıklarına göre, bu işi bile bile yapmış olmaları lâzım.
Helâle haram demek insanı dinden çıkardığına göre, haşa, bu zatlar böyle bir fecaatı mı işlemişlerdir? Asla!
"Kadınlarla el sıkışmak helâldir" demedikleri için onları suçlamakla, 13 asırdır müctehidlerin ictihadlarıyla amel eden bu ümmete de hakaret etmiş olmuyorlar mı?
"Müctehidler" demekle sadece birini değil, topunu birden suçladığınıza göre, sizce helâlleri haramlaştıran böyle bir topluluğa hürmet duymaya değer mi?
Fitnenin her tarafı sardığı bir devirde, insanları kötü hislerden nasıl koruyup da, "Cinsel haz amacı olmazsa kadınlarla tokalaşmak helâldir" diyeceğiz?
• • • •
Bir de, "El sıkışmak artık olağan hale geldi. Akla cinsel haz zaten gelmez" deniliyor.
Öyle olduğu kabul edilse bile, haramlık yine kalkmaz. Bir erkek, annesine, kız kardeşine veya kızına karşı kötü his beslemez, ama onların üzerlerinde sadece iç çamaşırı olduğu halde onlarla aynı yatakta yatamaz. Kötü amaç olmaması şart değildir.
Ve meselâ;
Müşrikler, "Muhammed, Medine'ye gidince zayıf düşmüş" dedikleri için, Peygamberimiz (sav) onların görecekleri şekilde omuzlarını yükselterek, silkeleyerek çalımlı bir şekilde yürüyerek tavaf yapmıştı ki buna "Remel" denilir.
Artık Müslümanlar hakkında böyle söz söyleyenler olmadığı halde, asırlardır hâlâ tavafın ilk üç devresinde remel yapılmaktadır.
NETİCE: Müslüman hanımların başlarının örtülmesi farz olduğu ve bu husus 14 asırdır bilindiği halde, bazılarının kullanmasıyla zamanımızdaki bazı sözüm ona din adamları, "İslâma göre kadınların başlarının kapatılması gerekir mi, gerekmez mi?" tartışması yapıp duruyorlar. Şimdi de bir kısmımız oyuna gelerek, lütfen, "Kadınlarla tokalaşmak caiz mi, değil mi?" tartışmasına âlet olmayalım.
Saygılarımla...
(Ali eren vakit.com.tr 27.aralik.2002)

Sigara içmek haram mı mekruh mu meselesi

Sigara içmek haram mı mekruh mu meselesi ile ilgili görsel sonucu

Yayınlanma Fıkhi Meseleler
Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in şereflendirdiği asırda ve müctehidlerin devrinde sigara yoktu. Bu sebeple, sigara içmenin hükmünde farklılıklar göze çarpmaktadır.
İslam alimlerinin görüşlerinde ortaya çıkan değişik hükümler, meselenin tetkikinde seçilen nokta-i hareketin birbirinden farklı olmasından ileri gelmektedir.
İlim sahiplerinden bir kısmı, "Eşyada aslolan ibahadır" fıkıh kaidesi ile tütün kullanmakta bir mahzur bulunmadığı görüşünü müdafaa etmiş ve bu istikamette fetva vermişlerdir. Bir kısım din alimleri de bu nebatı, hoşa gitmeyen kokuSu yönünden tetkike koyulmuş, sarmısak, soğan ile tütünün kerih kokuları arasında bir benzeyiş yönü olduğu iddiası ile, onlar hakkında verilmiş bulunan "kerahat-i tenzihiye" hükmünü tütüne de teşmil etmişlerdir.
Bazı ilim adamları ise bu hususu biraz daha geniş olarak tahlil etmiş, çeşitli zararlara yol açmasını dikkate alarak, tütün içmenin harama yakın mekruh olduğu neticesine varmışlardır. 
Dini meseleleri incelemekte mahareti bulunan ilim erbabı, tütünün insan sağlığında yaptığı tahribatı dikkate alarak, meseleyi üç bu'dLu ve mukayeseli olarak ele almışlar; tütünün insan sağlığındaki menfi tesirine dair tabip raporlarını nazar -ı dikkate alıp haram olduğu neticesine varmışlardır.
Sigara içmenin haram olduğu fikrinİ müdafaa eden ilim sahipleri, Şehr bin Havşeb'in Ümmü Seleme validemizden naklettiği "Resulullah (sav) müskir ve müftir her şeyi yasakladı" Hadis-i Şerifini, verdikleri hükmün delili olarak göstermişlerdir.
Hadis-i Şerifin metnindeki "Müftir" kelimesini, İbni Esir, "İçildiği zaman vücuda hararet veren; uzuvlarda kırıklık, güç azalması, göz kapaklarında mahmurluk ve zayıflama meydana getiren şey" diye açıklamaktadır.
Bilhassa tiryakisi olmayanların üzerinde tütünün tesiri incelendiği zaman, vücutta bir gerginlik, göz kapaklarında ağırlık ve mahmurluk hali, gerilen uzuvlarda bir gevşeme olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Şafii mezhebi alimlerinden Kalyubi, bir din alimi olduğu kadar tabip idi. Bahsi geçen muhterem zat, her iki ilimdeki dirayeti ile tütün içmenin haramlılığına hükmetmiş bulunmaktadır.
Doktorların ifade ve beyanları ile zararları ve insan vücudundaki tahribatı gün ışığına çıkmış bulunan tütünü, birbirine ikram etmenin -zararı daha yaygın bulunduğundan-haram olduğu sarahatle ifade edilmektedir.
Bu alışkanlığın zararını yakinen anlamış birçok sigara müptelası, tütünü terketmeyi devamlı olarak temenni etmektedirler. Bu hal, onların tütünden gördükleri zararın acı itirafı olmaktadır.
Son devrin ilim adamlarından Muhammed el-Hamid, "Hiç şüphe yok ki tütün, habis bir şeydir. Onu içmeye devam, eliyle kendini tehlikeye atmaktır. Bu sebeple kendimi onu haram olması hükmüne meyletmiş görüyorum" demiştir.
Bu zat, Muhaddis Şeyh Bedreddin el-Haseni ed-Dimeşki'nin, Şeyh Haşim el-Hatib'in ve Şeyh Ali Dark'ın, halka yapmış oldukları derslerde tütünün haram olduğu fıkrini açıkça ifade ettiklerini eserlerinde nakletmektedir.
Hiç tereddüt etmeden ifade edebiliriz ki, tütün ne besleyici ne de onarıcı bir vitamini ihtiva etmektedir. Keçi ve benzeri canlıların, çalı yapraklarını tütüne tercih etmeleri, onda besleyici bir değer bulunmadığına işaret edici ve dikkat çekici bir husustur.
Nikotin, bazı haşeratın itlafında koruyucu ilaç imal etmekte kullanılmakta ise de, ağrıları dindiren, yaraları tedavi eden, tek kelime ile şifa verici bir hassayı içinde bulunduran ilaç imalatında kullanılmamaktadır.
Sigara, gıda değilse, şifa vermiyorsa ve hiçbir derde deva olamıyorsa ona verilecek para elbette israftır. Peygamber (sav) Efendimiz, boş yere para harcamayı ve malını zarara uğratmayı yasaklamıştır. Karnı doyduktan sonra yemeğe devam etmekte kerahet bulunduğu ve zararlı olacak derecede fazla bir şey yemenin haram olduğu bir gerçektir. Bu hakikat karşısında çocuklarının ekmek parasını sigaraya vermek israf değil ise ya nedir?
İslam dini, ağız kokularını gidermek için misvak kullanmanın sünnet olduğunu hükme bağlamıştır. Ayrıca, çok olarak sarmısak, soğan ve pırasa yiyenlerin cemaate eza vermemek için, camiye gelmelerine müsaade edilmemektedir. Sarmısak ve soğan kokusuna rahmet okutacak kadar fena bir kokusu bulunan tütünü içmek, misvak sünnetinin teşriinde
ki hikmete tamamen aykırıdır. Efendimiz (sav)'in ve ashabının yoluna aykırı bulunduğu için bid'attır.
Sigara müptelası bulunan bir şahıs ile camide aynı safta, yanyana durma bahtsızlığına uğramış bir mü'mine sorunuz! Onun yanında geçirdiği sıkıntılı dakikalar ne kadar uzun ve çektiği işkence ne derece büyüktür?
İnsanların eza duydukları şeylerden, meleklerin de eza duyacağı bir Hadis-i Şerifte ifade edilmektedir. Peygamber (sav) Efendimiz'in bu beyanı karşısında tütün kokusundan meleklerin rahatsız kalacağında kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bir mesele hakkında helal ve haramlık hükümleri toplanacak olursa, haramlık hükmünden galip olacağına dair kaadie-i külliye dikkate alındığı zaman, sigara içmekle ilgili olan değişik hükümler arasından haramlığı tercih, ihtiyata muvafık bir davranış olur.
Bu ihtilafların ortaya çıkardığı bir durum vardır: Şüphe... Zira kimi mubah, kimi tenzihen mekruh, kimi de tahrimen mekruh veya haram demektir. Bu çekişmeler karşısında, istemeyerek insanda bir şek ve şüphe doğmaktadır. Hadis-i Şerifte, "Kim şüpheye düşecek olursa harama da düşer" buyurulmuştur. Bunun gibi, haramlıkla mübahlık hükmü bir meselede içtima ederse, haramlık yönü tercih edilmeli ve müteverri alimin sözü öne alınmalıdır.
Kendisi fakir, nüfusu kesir, yatağı hasır bulunan kimselerin, çocuğu ateşler içinde kıvranırken ona alacağı ilaca para bulamayan, kışın ortasında efradı ailesi soğukta titreşirken, sobada tüttüreceği dumanı ağzındaki sigara ile tüttüren kimsenin irtikap ettiği bu hal haramın katmerlisidir..

Mehmet Emre

Duada eller nasıl olmalıdır?

Duada eller nasıl olmalıdır? ile ilgili görsel sonucuYayınlanma Fıkhi Meseleler

(Fetâvâ-yi Hindiyye)de, beşinci cüz’de diyor ki, (Duâ ederken, avuçlar semâya karşı açık, iki el aralık ve göğüs hizâsında olmalıdır).Bu tür rivâyetlerin hepsi "öneri" şeklindedir Ancak bilinir ki, adab konularında eğer bir fiili destekleyen HADİS ve MÜCTEHİD nakli var ise, buna uyulur.
Bilhassa Türk alimleri "duada ellerin arası az açık olur" demişlerdir. Bunun sebebi, hristiyanlara benzememek için idi. Ruhul-Beyan tefsirinde dahi böyle yazmaktadır. (Ancak bunu naklede cahiller ellerini bir-iki metre açıp öyle dua ediyorlar. Kendi nakillerine bile inanmıyorlar. Az açık olması demek, kapalıya yakın demektir, bir metre ara olsun demek değildir.)

Ancak Hüccetul-İslam İmam Gazali hazretleri, İbni Abbas'dan (r.a.) naklettiği hadisi şerif ile Resulullah (s.a.v) Efendimiz'in dua esnasında ellerini birbirine yapıştırdığını ispatlamıştır. Huccetul-İslam bu, İslamın delili.. Dinin ziyneti.. Şimdi bu zatın nakli nasıl eleştirelim? Yoksa mezhepsiz sapıkların dediği gibi "bu hadis mevdu" mu diyelim? Ehli sünnete göre İmama Gazali'nin naklettiği haberlerin hepsi sahihtir.

Bu hadisi şerifi destekleyen hadisi şerifler Kütübi Sitte'de yeralmaktadır. Bazı cahiller "bu yatarkenki dua esnasında geçerli" diyor. O zaman İmam Gazali'nin rivayetini de göz önünde bulundurursak "İbni Abbası her gördüğünde" dememiz icab eder.

Veya HisnulHasıyn'in rivayetine bakarak "Her arefe günü" dememiz gerekir. Bu durumda özetle "Resulullah (s.a.v) uyuyacağı zaman, arefe günlerinde ve İbni Abbas'ı her gördüğünde ellerini birleştirip dua ederdi" dememiz gerekir. Bu ne ahmakca olur değil mi?

Halbuki Resulullah (s.a.v.) Efendimiz dua esnasına ellerini birleştirmiş, bu husus hadisi şeriflerle ispatlanmıştır. Bir insanın çıkıp Hz. Aişe (r.a.) hadisi hakkında yorumlarda bulunup "hususidir" demesi cehaletini ortaya koyar.

Zira yine Hz. Aişe (r.a.) validemizdir, teravihin 8 rekat kılındığını bildiren. Hiçbir hadisi şerifinde 20 rekatten bahsetmez. Ulema "önceki günleri zikretmedi" demişlerdir (Bkz: El-Fıkh Alel-Mezahibil-Erbea) Eğer yukardaki mantıkla ilerlersek, aslında teravihin 8 rekat olduğunu söyleyen vehhabilere de hak vermemiz icab ederdi, bakın hadis öyle diyor.

İşte sevgili kardeşlerim, aynı şekilde Hz. Aişe (r.a.) annemiz Resulullah (s.a.v) Efendimiz'in duasını nakletmiş, diğer rivayetleri de gözönünde tutarsak duada elleri birleştirmenin "delilli" bir sünnet olduğu ortada.

Bazı kara cahiller "bu şiilerin fiili" diyor. Şiiler işliyor diye sünneti terketmek ahmaklıktır. İmam Gazali Hazretleri, bu fiilin onlar tarafından işlendiğini bilmiyor muydu? Bu cahiller kendlerini İmam Gazali'den daha temkinli, daha alim zannediyorlar.

Denirse ki, eskiden işlemezlerdi, yeni başladılar; bu durumda deriz ki, o zaman yarın birgün işleyecekleri başka bir sünneti, onlar işliyor diye yine terk mi edeceğiz? Ehli Sünnetin yoluSÜNNETİ KORUMAK mıdır, yoksa SÜNNET TERKETMEK midir?

Bu tür tenakuz ehli cahillere kapılmayın. Yukardaki rivayet de bunların eserinden alınmış.

Selam ve dua ile..

Muallim_abi /İncemeseleler.com editörü

Seyyid Kutub Mezhepsiz mi?


Yayınlanma İnce Şahsiyetler
Seyyid Kutub'un bozuk görüşlerinin olduğunu inkar eden bir ehl-i sünnet alimi yoktur. Şehit olması da (ki bunu bilemeyiz) bu sapıklıklarını bertaraf etmez.
Onun hakkında eser yazan birçok zevat var. Cemiyyetul-Meşâri'in (Mısır) neşrettiği "Nehcu's-Sevi fi reddi ala Seyyid Kutub.." isimli eserde konuyla alakalı malumat vardır.


Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi'nin "Mevkıfu'l-Akl ve'l-İlm ve'l-Âlim min Rabbi'l-Âlemin ve İbâdihi'l-Mürselîn " kitabında Seyyid Kutub için bir dipnotta "..Seyyid Kutub, kelamullahın takdiri meselesinde dalalete düşenlerin hidayete en yakınlarından birisidir.." der ve "..kendisine hidayet-i kamile temenni ederim.." buyurur.

Faraz Rabbani bir fetvasında "Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır (Mecelle 30), özellikle fesatlık muhtemel, menfaat şüpheli ise.." diyor.

Bunları dikkate almalı ve şüpheli zevattan uzak durmalı. Sonra Seyyid Kutub'un kitaplarında (hatadan ziyade) kasıtlı olduğu muhtemel beyanatı vardır ki, pek doğru değildir.

Tabii sonuçta herkes kendinden mes'ul. Bize düşen tebliğ ve uyarı.


----

Muallim abi / incemeseleler.com editörü

Bazı zehirli kitaplar


Yayınlanma Eser Meseleleri
Müslüman her önüne gelen dini kitabı hemen okumamalı önce sahihliğini soruşturup ondan sonra okumaya geçmeli. Yoksa islami bilgi edineceğim derken itikadi yönden tehlikeli bir maceraya doğru yol alabilir. Mesela aşağıdaki kitapları okuyanlar ya sapıtırlar veya küfre düşebilirler. Bu kitaplar konusunda muteyakkız olup çevremizdekileri de uyarmalıyız.

1-İbn Teymiye ve onun gibi selefiye itikadında bulunan talebelerinin kitapları,
2-İbn Teymiye’yi övmek suretiyle kaynak gösteren bütün kitaplar,
3-Tasavvufun, kerametin, vahdet-i vücudun râbıtanın ve kabir ziyaret etmenin aleyhine yazılmış bütün kitaplar,
4-Ashâb-ı Kirâm’dan herhangi birisine dil uzatılan kitaplar,
5-Miraç ve şakkulkamer gibi mucizeleri inkâr eden kitaplar,
6-İtikad mezheblerinin üç olduğunu, selefiyyenin de itikad mezhepleri arasında bulunduğunu iddia eden kitaplar,
7-Türkiye’de öşür verilemeyeceğini savunan kitaplar,
8-Te’vil edilmesi gereken âyet-i kerimeleri
9-“Elhamdülillâh, Fransızlar, iki asra yakın zamanda beri cumhuriyet idaresini kurup Hıristiyanlığı lâik bir hale getirmişlerdir” diyen kitaplar,
10-İçtihad kapısına toslayan, telfık ve mezhepleri birleştirmekten bahseden kitaplar,
11-Kütüb-i Sitte’de mevzu hadis bulunduğunu iddia eden kitaplar,
12- Beyzavi tefsirinde, İmâm-ı Gazali ve Ebulleys’in kitaplarında mevzuu hadis olduğunu yazan kitaplar,
13-Kardavi’nin yazdığı gibi hangi mezhebe göre telif edildiği bilinmeyen mezhepsizlerin kitapları,
14-Kur’an-ı Kerim mealleri ve muteber bir alime göre şerhi yapılmamış Hadîs-i Şerif mealleri,
15-İbni Rüşt gibi felsefecilerin kitapları,
16-Reşit Rıza gibi mezhepsizleri kitapları,
17-“Mason Abduh gibi inkılâp istiyorum” diyen sahte kahramanların kitapları,
18-“Biz dünya işlerini peygamberden daha iyi biliriz” diyen Mahmasani gibi vehhabilerin kitapları,
19-Bu asırda sefer olmaz diyen müctehid taslaklarının kitapları,
20-Altından mamul alyansa helal diyenlerin kitapları.

Takvimler arası saat farkı neden oluyor?


Yayınlanma Fıkhi Meseleler
Soru: Yatsı namazının vaktinde, Fazilet Takvimi ile IGMG Takvimi arasında yaklaşık bir saatlik bir fark var. Bunun sebebi nedir?

Cevap: Yatsı namazının vakti, ufuktan kızıllığın kaybolmasıyla başlar. Bu da güneşin ufuktan belli bir açıda aşağı inmesine bağlıdır. Bu açı İmam-ı Azam’a göre -19° derece olup, İmameyn’e (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) göre -17° derecedir. -17° derece hususunda diğer üç mezhep imamları da aynı görüştedirler.


Tabii bu meselede imamların kavillerinin yanısıra, bazı islami kuruluşlar da söz sarfetmişlerdir. Öyle ki Mısır’da “Egyptian General Authority of Survey“ bunu -17,5° olarak, Kanada’da “Muslim World League “ -17° olarak, Pakistan’da “University Of Islamic Sciences“ -18° olarak ve Amerika’da “Islamic Society of North America” -15° olarak ve Arabistan’da “Ummu’l-Kura Üniversitesi” de akşam namazı vaktine 90 dakika ekleyerek bu vakti hesaplamaktadırlar.

Görüldüğü gibi konuyla alakalı görüşler çok olmakla beraber, en sağlam görüşlerin müctehidlere ait olduğunu söylemek ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesine sahip müslümanlar için tabii olmalıdır.

Şimdi de bir kaç veri ile vakit hesaplaması yapalım. Bu hesaplamayı Avusturya/Viyana için yapıyoruz.

Viyana: 16.37° Doğu, 48.22° Kuzey

7 Temmuz 2006 senesi Cuma günü:

İmâm-ı Azam (-19°) der, İmameyn ise (-17°) der. -17 derece ile hesaplanırsa yatsı namazı en erken saat 23:39’da girer. Buna 10 dakika temkin eklenirse 23:49 olur. İkisinin ortası alınmış olsa (-18°) namaz saat 23:49’da girer. Buna 10 dakika eklenirse 23:59 olur. Fazilet Takvimi’nde bu gün için yatsı namazı vakti saat 23:57’de giriyor yazmaktadır. Akşam namazı ise temkinli olarak 21:07’de girmektedir.

Milli Görüş’ün hesaplamasına göre ise Viyana’da yatsı namazı 22:34’de girmektedir. Akşam namazı ise 21:04’de girer. Eğer bunu biz hesaplamaya kalkarsak, bu kurumun kesinlikle müctehid imamlara uymadığını görürüz. Zira 22:34’ü çıkarabilmek için açı olarak -12’yi almamız gerekir ki, bu ne imamların ictihadına ve ne de ulemanın beyanına uyar. En düşük açıyı kabul eden “Islamic Society of North America” bile -15° derecenin aşağısına inmemiştir.

Vehhabi sevdalısı bu insanlar diğer birçok hususta olduğu gibi bu meselede de Arabistan’ı taklit ediyorlar. Ama yanlış taklit ediyorlar. Bizim bazı avrupa sevdalılarının avrupa'yı yarım-yamalak taklit etmesi gibi.

Suudi Arabistan’da "Ummu’l-Kura Üniversitesi", akşam namazına 90 dakika ekleyince yatsının vakti hesaplanmış olduğu sonucuna varmıştır. Peki bu doğru mudur? Tabii ki doğrudur. Ama neresi için doğrudur? Suudi Arabistan’ın kuzeyinden güneyine kadar her şehri için. Hatta o kadar doğrudur ki, ister siz Arabistan’da yatsı namazı’nın vaktini en sağlam metodla, yani İmam-ı Azam’ın ictihadında bulunan -19° derece ile hesaplayın, ister akşam namazına 90 dakika ekleyin aynı zaman çıkmaktadır.

Unutmamak lazım ki, Arabistan yaklaşık 17° derece ile 32° derece Kuzey arasında bulunmaktadır. Viyana ise neredeyse 50° derece Kuzey’dedir. Oraların hesaplaması ile buranın hesaplaması bir olur mu? Medine’de namaz kılarken güney’e dönen bir müslüman, Konya’ya gidince hala güney’e dönse kıbleye mi yönelmiş olur, yoksa Firavun’un Mısır’daki piramitlerine mi? Orda öğrendiğini burada sat ama, önce bir bak doğru mu diye..

Suudi Arabistan’ın en kuzeyinde  bulunan şehirlerden Tebük’de (36.58° Doğu, 28.42° Kuzey) akşam namazı saat 20:44’de, yatsı namazı da -19° derece ile hesaplandığında (İmam-ı Azam’a uyulduğunda) 22:16’da girmektedir. Bu hesaplamanın yerine siz 90 dakika eklemiş olsanız 22:14çıkar, ki bu da doğrudur.

En güneyinde bulunan şehirlerden Jizan’da (42.55° Doğu, 16.93° Kuzey) akşam namazı 19:57’de, yatsı namazı da da -19° derece ile hesaplandığında (İmam-ı Azam’a uyulduğunda) 21:16’dagirmektedir. Bu hesaplamanın yerine siz 90 dakika eklemiş olsanız 21:27’de girmektedir. Bu bile yeterince ihtiyatlı bir vakittir ve doğrudur.

Not: Dikkat edilirse, ekvator çizgisinden uzaklaştıca, akşam ile yatsı arasındaki fark 90 dakika ile hesaplandığında daha erken girmeye başlamaktadır. Tebük'de, hesaplamadan 2 dakika erken olduğu görülmekte olup, bu İmameyn'in kavlince yine doğru zamana denk gelmektedir.

Ocak ayı için bile hesaplasak durum aynıdır. İster -19° ile hesaplayın, ister 90 dakika ekleyin, Arabistan'da durum yaz-kış aynıdır. Buralarda öyle değildir.

Görüldüğü gibi Suudi Arabistan’ın usulü, kendi ülkesi için geçerli olduğu takdirde pek iyi ve çok doğrudur. Ancak kuzeye ve güneye doğru uzaklaştıkca hesap bozulmaktadır. Bu uygulamanın Viyana ve sair şehirler için uygulanamayacağı ortadadır. Uygulayanların da astronomik hesaplamalara 100% zıt konustuğu görülmektedir.

Fazilet Takvimi ve bu hususta ehli sünnet ulemasının beyanatını kaynak olarak kullanan takvimler doğrudur. Diğerleri ise müslümanların ibadeti ile uğraşmaktan başka birşey değildir. Müslüman ibadetinin kıymetini bilmeli ve boşa harcatmamalı. Usul ilminde vakti girmeden kılınan namazın kabul olmayacağı ve bunun özrünün olmadığı açıkca belirtilmiştir.

Selam ve dua ile..


Muallim abi / İncemeseleler.com editörü

Darülharpte alış veriş meselesi üzerine


Yayınlanma Fıkhi Meseleler
Fıkh kitaplarında bulunan ve imamlarımız tarafından naklî esaslara dayanılarak yapılmış ictihadlardan darulharb'e ait olanlar, örneğin hınzırın satışı vs. gibi hususlar "kişinin bu işe koyulması" manasından çok "çalıştığı yerde böyle birşey varsa maaşı helaldir" manasındadır. Bu tıpkı cuma namazı hususu gibidir ki, kafirin işinde çalışan müslümanın cuma namazına gitmek için izin alamama durumu olabileceğiden dolayı, harama girmemesi için hanefi uleması "darulharb'de cuma farz olmaz" buyurdular. Bu demek değildir ki, vakti olan veya izin alabilen müslüman namaz'a gitmesin.

Kısaca, fıkıh kitaplarında yazanlar her ne kadar işin fetvası olsa da, müslüman şer'i olarak "darulislam" fıkhında kalmaya dikkat etmeli. Ayran satan işyeri dururken, içki satana girmeye çalışmamalı.

Aynı şekilde de, işin fıkhî yönünü tam bilmeyen kişiler, bu işlerle meşgul olanlara dil uzatıp su-i zan'da bulunmamalı. Biz her ne kadar takvadan bahsetsek de, şeriatte ölçü fetva ile başlar. Her hususta fetvaya uyan kişi, bir kaç hususta fetavyı es geçip başka hususlarda da takvaya uymaya çalışandan (ve abartıya gidenden) mutlaka daha hayırlıdır.


Muallim abi / incemeseleler.com editörü

Sıkıntı ve Musibetler birer nimet mi?


Yayınlanma Umumi Meseleler
Bu dünyanın en güzel şeyi hüzün ve kederdir. Bu sofranın hazmı kolay nimeti de elem ve musibettir. Bu bir şekerdir ki ekseriyâ ona acı şeyler kılıf yapılmış da belâ görünür. Saâdet sâhibi uyanık olanlar onun tadına bakar, acıyı şeker gibi yerler. Onun acılığını şekerden daha tatlı bulurlar.

Dünyaya ve dünya hayatına düşkün olmayanlar, sevdiği Mevlâ'dan gelen her hükmü hoş görür güzel karşılarlar. M. İ. R. C-2 M - 29
Cenâb-ı Hak, bir kimseye mihnet,sıkıntı, belâ vermek istemişse, "Hakk'ın muradıdır" diye, seven nazarında hoş karşılanmalıdır. Kişinin muradı Hak Teâlâ'nın muradına muvafık olur da böylece elemde lezzete sebep olur. M. İ. R. C-3 M-15
İnsana gelen her  mihnet ve elem, Allahü Teâlâ'nın takdiri ve dilemesiyle olduğundan, razı olmaktan gayri çare ve başka bir yol yoktur. İbadetleri yerine getirmede acele ediniz ve gayretli olunuz. Ağrı ve hastalıklara sabrediniz ve Hak Teâlâ'nın kereminden iyilik isteyiniz. Allah'ın hükmü olmadan, kimse kimsedeki zararı gideremez. İşte hakîkî kulluk yolu böyle inanmaktır.
Muhaliflerin ezâsına sabredin, onları büyüklerin bâtınına havale ediniz. M. İ. M. C-1 M-72
Hoşça düşünülsün ki, dünyada dert, elem ve musîbet olmasa, kurtuluş olmazdı. Zira belâlar; sıkıntı veren şeyleri ve hadiseleri, acı ilâcın hastalığı giderdiği gibi, def'eder. Bu fakire mâlûm olduğu üzere, umûmî  davetlerde yemek verenlerin hâlis niyete kudretleri olmadığından, yemekte zulmet hasıl olur; yemek yiyenlerden bazı kimseler onda noksan bulur, tenkit ederler; yemek veren kimse de üzülür. Bu üzüntü sebebiyle yemekte olan zulmet kalkar ve Allah indinde kabule sebep olur...
İnsanoğlunun yaratılışındaki hikmet, ve maksat; Cenâb-ı Hakka ibâdet etmek, hakir ve zelil halini ve yokluktan ibaret olduğunu bilmektir.
Bilhassa dindar Müslümanlar için dünya, zindandan ibarettir. Zindanda zevkle yeme-içmeyi düşünmek akıldan uzak bir iştir. Âdemoğlu için mihnete ve meşakkate mukavemet ve sabretmekten gayri çare yoktur. Yücelmek ancak bu suretle müyesserdir. (M.İ.R.C1 M.64)
Büyük günah işleyenlerin suçları tevbe ile, şefaatle veya afv-ü ihsanla veya dünyanın sıkıntılarıyla ve ölümün şiddetiyle affolunmazsa, ümit olunur ki, bazıları kabir azabıyla kurtulur. Bazısı da kıyâmetin mihnetleriyle affolunur da günahı kalmaz ve cehennem azabı görmez. M. İ. R. C-1 M-266
Şeyh Muhiddin-i Arabî K.S. "Evliyâdan evvelâ belânın gitmesini istemek alınmıştır. Zira velî kul, belâyı Mevlâ'dan bilir ve O'nun muradı olduğunu düşünür de gitmesine gayret etmez. Gitmesini dilerse de bu, duâya teşebbüs içindir. Hakikatte hiç istemez ve Hak'tan ne gelirse lezzet alırlar." demiştir. M. İ. R. C-3 M-15
 Kötü işlerin ve günahların sebeb olduğu belâları Hak Teâlâ halk eder. Böylece insan belâ ve musibetin mahalli olur.
M. İ. M. C-1 M-119
Sebeblere sarılmak
Sebeblere sarılmak, tevekküle mânî değildir. Ancak te'siri Cenâb-ı Hak'tan bilip, kuvvetli itimat ve itikad edip yine o anda kuvvetli olan sebebe sarılmalı. Lâkin "Hayâlî ve uzak olan bir sebebe sarılmak tevekkül değildir" demek mümkündür. Fakat sebeb olduğu yakînen bilinen bir şeyi terk etmek de câiz değildir. Ateşi yaktığınız zaman yakma hassasını Hak Teâlâ'dan biliniz. Bir şey yediğinizde biliniz ki, te'sir etmek Allah'tandır. Eğer kişi ihtiyaç vaktinde sebebe sarılmayı terk eder ve bu yüzden mazarrata uğrarsa âsî olur...
Sebeb üç nevîdir:
1. Hayâlî: Bunun terki lâzımdır.
2. Yakînen bilinen: Yapışılması vâcibtir.
3. Şüpheli, zannî: Bu da iki şekilde câizdir. Teşebbüs etmekte veya etmemekte muhayyer... Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Mecîd'de meşveret ve tevekkül ile emir buyurdu. M. İ. M. C-1 M-182


İncemeseleler.com / Arşiv

Laiklik nedir?


Yayınlanma Güncel Meseleler
Lâiklik kelimesi Fransızca’dan alınmıştır. Latince “Laicus” aslından gelmektedir. Mânâsı rûhânî olmayan kimse, dini olmayan şey; fikir, müessese, sistem, prensip demektir.
Katolik dünyasında insanlar ikiye ayrılır.
 
Bir kısmına “Clerge-Klerje” denir ki, bu kısım din adamları ve rûhânîler sınıfını teşkil eder. Bunlar da ömürlerini ibâdetle geçiren zâhitler ile papaz, piskopos gibi halk içinde vazife gören kilise mensuplarıdır. İşte lâik sınıfı bu iki zümreden hiçbirine mensup olmayan Hıristiyanlara denir. Kelimenin bu ilk ve aslî mânâsı genişletilerek, dînî olmayan ve rûhânî bir mâhiyet taşımayan fikir, müessese, prensip, hukuk ve ahlâka da lâik denilmiştir.
Şu halde: lâik hukuk deyince, bundan, dîni olmayan hukuku, lâik devlet deyince de dînî akîde ve esaslara da-yanmayan devleti anlamak lâzım gelir.
Lâik kelimesi, hukûkî tâbirler arasına Fransız büyük ihtilâli ile girmiştir. İhtilâlde Fransa devleti ve hukuku kiliseden ayrılıp dînîlikten çıkınca yeni adı “Lâik Devlet” ve “Lâik Hukuk” olmuştur. Bu kelime bize Meşrûtiyet yıllarında gelmiştir. O zaman Lâdînî (Dini Olmayan) diye tercüme edilmiştir. O günden zamanımıza kadar kavgası süren bu tâbir, ne yazık ki kendi gerçeği ile anlaşılıp tatbik edilememiştir. Çünkü Hıristiyanlığın aksine olarak Müslümanlıkta rahipler ve rûhânîler diye ayrı ve imtiyazlı bir sınıf yoktur. Kavim-kabile, soy-sop imtiyâzı mevcut olmadığı gibi şahıs ve sınıf imtiyazı da yoktur. İslâmiyet bütün Müslümanların hukukta, şeref ve imtiyazda eşitliği kâidesine dayanır. Bu kâidenin bir tek istisnası vardır, o da “Allah indinde en şerefli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır” meâlindeki âyetin müjdelediği Müslümanlardır.
İki din arasındaki bu esaslı ve tarihi ayrılık sebebiyle Müslüman - Türk, lâikliği anlamakta güçlük çekmektedir. Siyâsî sosyolojide din ile devletin kesin olarak ayrılmasını ifâde eden lâik devlet, dînî kanun ve kaidelere göre idâre edilen teokratik devletten tam olarak ayrılır. Fakat bu mefhum devletin dine karşı olması demek değildir. Hele bir çok din ve mezhebin bulunduğu memleketlerde, husûsiyle memleketimizde din işlerinin devletten müstakil kendi vakıf ve özel teşkilatı ile idâre edilmesi 20. yüzyılın hâkim ve yaygın siyasi prensipleri arasındadır.
 “LÂİKLİK YANLIŞ YORUMLANIYOR”
ABD’nin dünyaca ünlü U.S.NEWS Dergisi, yaptığı bir tetkik neticesinde günümüzde lâikliğin yanlış yorum-landığını belirtti. Dergide özetle şöyle deniyor:
“Lâiklik duvarına bir kapı yahut pencere açılması gerekir. Fertleri korumak için konulan doktrin (Lâiklik) sosyal düzendeki ahlâkî ve mânevî değerlerin yozlaşma-sına yol açıyorsa, bu toplum için zararlı bir yara hâline gelmiştir. Laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle dînî eğitim veren okulların kapatılması, din ve vicdan hürriyetine ters düşmektedir.”
“Bu doktrin (Lâiklik), dinin devlet dışında tutulma-sını değil, devletin din dışında tutulmasını gerektirir. 1776 yılında kabul edilen Virginia İnsan Hakları Beyan-namesi’nin l6. maddesinde, Patrick Henry şöyle demiştir: Çöken âileler, uyuşturucu salgını ve gençler arasındaki gayri meşrû doğum nispetinin astronomik seviyelere çık-tığı bir toplumda, dini devre dışı bırakmaya çalışmak, o insanları ölüme mahkum etmekten farksızdır”... 
(Din ve lâiklik, Prof. A. F. Başgil)